Fark ettiniz mi? Hıdırellez gelip geçti. Ben fark etmedim ve her nedense üzüldüm biraz: Kimseler yokken gelip kapıma, eski ama özlemeye değer bir buket hatıra bırakıp gitmiş gibi.
Galiba koronadan; yıldan yıla sessizleşen Hıdırellez tam bir ıssızlığa büründü artık. Oysa ben küçükken, biz küçükken, bugünün büyükleri bir zamanların küçükleri iken, ne şen ne güleç ve ne kadar rengarenk bir gündü Hıdırellez… Niye böyle oldu ki!
Çok yaşlı değilim, uzaklarda da yaşamadım çocukluğumu. Yine burada, Anadolu’nun tam ortasında, sırtı Toroslarda yüzü Konya ovasından Ankara’ya doğru bir çocukluğum vardı. Yeşili pek bilmezdim, ormanı da. Ama ayranıma da ekşi demem doğrusu, severdim topraklarımı. Çocukluktan herhalde; Hıdırellez’de o kuru sarı steplerin canlandığını görür sevinirdik. Olmayacak şey; Hızır ile İlyas sanki hep bizde buluşurlardı.

İlk kim söylerdi bilmiyorum ama ben babaannemden duyardım. Üzerlik otu yakıp dumanıyla torunlarını hastalıklardan korur, yine de öksürüğe tutulan olursa karabiber karışımlı şerbetini hazırlayıp şifa niyetine içirirdi. Kadim zaman bilgelerinin mirasçısı bir ulu nine gibi görürdüm onu. Şimdi bakıyorum da meğer gençmiş o günlerde akça pakça pamuğum; ben çok küçükmüşüm.
“Gelecek hafta Hıdırellez!” derdi… Ve demesiyle de sebepsiz mutluluk doğuran bir şey başlatırdı! Sonra sokağa, mahalleye, bütün çocuklara yayılırdı Hıdırellez. Kim kimden duyardı ki!
Şimdi ne kadar da anlaşılması zor geliyor… Ne oluyordu ki yani! Yeni bir şey satın almadan, meyveli bir dondurma, leblebi tozu veya küçük bir şeker yemeden, sarı bir gazoz olsun içmeden büyüyüp giden bu mutluluk… Uçurtma uçurmaya, sokak oyunlarına, fener alayına akan biz çocuklar… Hiç görmediğimiz iki ermişin buluşmasıyla canlanan tabiata nasıl da katılırdık… Bir hafta sürerdi şehirde heyecan…
Şimdi o Hıdırellezlerde olan biteni yeniden düşünecek yaşlara geldik galiba. Sebepsiz mutluluklarımız, tabiatın çağrısına açık bir zihnimiz ve doğayla birlikte canlanıp gülümseyen büyük-küçük insanlarımız varmış. Hey gidi hey!

Efsaneye göre “Denizlerin Ermişi İlyas” ile “Karaların Ermişi Hızır”, dünya kurulduğundan bu yana her yıl Hıdırellez gününde dünyanın bir yerinde mutlaka buluşurlar. Eğer bu doğruysa, bu yıl da bir yerlerde buluşmuş olmalılar. Ama biz fark edemedik. Ne çağrılarını duyabildik ne de mutluluklarını paylaşabildik. Bari efsanenin devamını yakalamanın yoluna bakalım: Görelim bahar tomurcukları nasıl patlayacak… Çiçekler daha bol, daha büyük; arılar daha renkli; sütlerimiz daha besleyici ve gök yüzümüz daha mavi olacaktır… Fark etmeliyiz bu güzellikleri… Hele hele çocuklarımızı mutlaka tanıştırmalıyız denizlerin ve karaların ermişleriyle…

Dünyanın var olduğu, Hızır ile İlyas’ın buluştuğu ilk günden beri sesleniyor Hıdırellez: Çocuklarınız, ancak bahar tomurcukları patlarsa yaşayabilir, sebepsiz mutlulukları. Karalar ile denizler el ele tutuşursa akar pınarlarınız… Çiçeklerinizin rengi o zaman gerçek olur, gökyüzünün mavisi ancak o zaman mavi…
Bütün bu efsanelerin bir anlamı var… Minik kutlamaların ve masum mutlulukların bahanesi olmaktan öte bir şeye… “Denizlerin ve karaların çağrısını dinlemeye” davet ediyorlar bizi… Doğayı tüketmekten vazgeçip onunla aynı mutluluğu paylaşmamızı öğütlüyorlar.
Başta “İlk kim söylerdi bilmem” demiştim ya, bildim şimdi… Aslında hepimize o söylerdi geldiğini: Hıdırellez’in kendisi… Önümüzden uçuveren beyaz kanatlı bir kelebekle veya aylar sonra yuvasından çıkmanın sersemliğini yaşayan bir karıncayla duyururdu geldiğini… Artık sessizce gelip ıssızca gitme Hıdırellez… Lütfen seslen, eskisi gibi!
Uğur K. YİĞİT, Dr.
