Yeni emmişlerdi annelerini. Yedi kardeş, taze anne sütünün keyifli sersemliğiyle kucak kucağa büzüldüler. Yapraklar arasından sızan güneş göz kapaklarını daha da ağırlaştırdı.
İki el silah sesi geldi; tanıyamadılar bile. Oysa annelerini öldüren namlunun sesiydi ve hayatları o an değişmişti. Bir daha anne yoktu; anne sütü de olmayacaktı. Olan biteni fark etmediler; o kadar küçüklerdi ki!
Polis, yavrularını Allah’a emanet edip anneliğe çıkan o masumun katilini arayacak. Bir o yana bakacak bir de şu yana, dönüp gidecek sonra. Zaten bulsa ne olur; ölenin canına kıymet biçilmemiş ki yasada!
Karton kutudaki yavrucuklar gözlerini açıp annelerini arayacak… Acıkacaklar, özleyecekler annelerini… O da yavrularını özleyecek, şüphesiz… Ama çare yok… Onlar için yeniden yazıldı, annesiz bir kader. Sadece tetiğe basan alçak devam edecek bildiği hayatına.
Peki buna hangi vicdan dayanır… Hangi din, hangi dinsizlik, hangi devlet veya hangi anarşi göz yumar buna? Bebeklerini mışıl mışıl uyutup yemek aramaya çıkmış bir anneye iki kurşun… Kimin içi yanmaz ki!
Ne zaman bütün sınırlar aşılsa, “Buna vicdan dayanmaz” diyerek kendimizi yatıştırdığımız bir noktaya geliyoruz. Oysa vicdanlar hep dayanıyor böylesi şeylere. Daha iki gün önce, annesinden süt emen bir sıpacığın üstüne köpekler salınmadı mı? Ölüm görüntüleri sosyal medyada paylaşılmadı mı? Bu vahşeti yapan adam salıverilmedi mi? Sığmadı mı vicdanlara?

Hangi kutsal kitabı açsan “rahmet”, “merhamet” ve “sevgi” yazıyor. Hangi peygambere gitsen bir sınıfta “şefkat” dersi verirken buluyorsun. Ama vahşet hep sığıyor vicdanlara… Dinlere, devletlere, yasalara sığıyor cinayetler… Çünkü dinlerin, metinlerin, peygamberlerin söylediklerinin anlamsız kaldığı bir gündeyiz: Artık onların ne anlattığı değil, kitlelerin onlardan ne anladığı önemli.
Bir Budist, kendi kitabında “Mynmar’ı yak” diye yazdığından eminse…
Bir Müslüman, komşularını öldüreceği bir gün için silahlanmayı Allah’ın emri kabul ettiyse…
Bir Hristiyan, siyah adamı zincirle İsa’ya bağlamayı kutsal misyon bildiyse…
Bir Hindu, ineklere dokunmayıp da alt kasttan garipleri ezmeyi din diye öğrendiyse…
Şiva’nın, Allah’ın, İsa’nın, Buda’nın veya Muhammed’in yapabileceği ne kalır ki! Hiçbir zalimin tanrısı ona engel olmayacaktır. Anne köpeği öldüren veya köpeklerini sıpaya saldırtan canilere de engel olmayacaklardır. Dünyanın dört bir yanında katledilen on binlerce anne ve bebek için neden araya girmedilerse, aynı sebeple, yine araya girmeyecektir tanrılar.

“Siz beni ve öğütlerimi çok yanlış anladınız! Hem o metinlerin emrettiği şey de bu değil” demek için dönecek bir peygamber olmayacak… Zaten dedim ya, hep beraber yeryüzüne inseler bile, onların ne anlattığı değil, bizim ne anladığımız önemli şimdi. Dinlerimiz ve dindarlarımız, kendi peygamberlerini bile ihanetle suçlayabilecek bir cesarete kavuştu. Asırlardır biriktirdikleri baskıcı literatür ve öz güven sayesinde, peygamberi aforoz etmeleri hiç de zor değil.
Anne sütünden ve sıcaklığından mahrum kalmış şu yedi yavru köpek dünyanın yedi kıtası gibi… Onlar için ihtiyaç duyduğumuz vicdan asla gökten inmeyecek. Bu vicdanı biz inşa etmeliyiz ve sanırım her şeyin yıkıldığı yerden başlamak en doğrusu: Kutsal metinler ve peygamberler sürekli “rahmet”, “merhamet”, “şefkat” gibi şeyler öğütleyip duruyorsa, alt yazıda neden sürekli “vahşet”, “savaş” ve “cinayet” kelimeleri geçiyor? Anlatılan “rahmet” ise “anlaşılan” neden hep vahşet oluyor?
Uğur K. YİĞİT, Dr.

Yüreğine sağlık dostum. Ne güzel tasvir etmişsin içimizdeki vahşeti ve derdimize derken olmayanları.
BeğenLiked by 1 kişi
eyvallah… teşekkürler…
BeğenBeğen