Yazan : Osman Aydoğan
Orjinal Başlık : Yüzyıllar öncesinden gelen bir ses, bir mesaj, bir çığlık!
Kaynak : www.sehriyar.info
İlk Yayın Tarihi : 01 Haziran 2019
Aslında, Endülüs’ten başlayıp üç kıtayı dolanan ve Şam’da huzur bulan bir sestir, bir mesajdır, bir çığlıktır O. O ses, o mesaj, o çığlık şuydu;
‘’Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım.
Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık…
O artık ceylanlar için bir çayır,
keşişler için bir manastır,
puta tapıcı için bir mabet,
hacı için bir Kâbe,
Tevrat levhaları,
Kur’an kitabıdır.
Ben aşk dinini vazediyorum.
Ve hangi yöne yönelirse yönelsin,
bu din benim dinim,
benim imanımdır.’’

Şu sözleri onu anlatmaya yeter:
“İnsan, Allah’ın kendi ilahi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.’’
“Yeryüzünde nice dolaşan vardır ki, yer ona lânet eder. Yer üzerinde nice secde eden vardır ki yer onu kabul etmez. Nice dua eden vardır ki kelamı dudağının ucunu geçmez.”
”Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler… ‘’
“Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”
“Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler.”
“Sen içine dön, yalnız dışınla meşgul olma. Çünkü sen cisminle değil ruhunla insansın.”
“Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susarlar, susadıkça içerler.”
“Bil ki Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları âdemden vücuda, yani yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar yolcu olma özelliklerini (tekamül) hiç bırakmamışlardır.”
“… artık, arif anlar ki, gerek enfüs’te, gerek afakta; tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir…”
Ünlü mutasavvıf, İslam düşünürü ve şairidir. İslam dünyasında hakkında en çok tartışılan bilgindir. İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazalî ile beraber İslam tarihindeki üç büyük düşünürden birisidir. ‘’Vahdet-i vücut’’ (varlık birliği) diye anılan ünlü tasavvuf kuramını oluşturan ve bu kuramla anılan kişidir.
İsmi, Ebû Bekir Muhammed bin Ali olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. İbnü’l Arabî ve Şeyh-ül Ekber (Büyük Şeyh) diye meşhûr olmuştur. Onu anlayamayanların dilinde ise ismi Şeyh-ül Ekfer’dir (Kâfir Şeyh). Genellikle Muhyiddin İbnü’l Arabî diye bilinir…
İbnü’l Arabî, Muvahhidun döneminde 1165 yılında Mursiye (Murcia), İspanya’da doğar, 1239 yılında Şam’da vefat eder. Endülüs’te bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıkar. Devrindeki tüm İslam coğrafyasını gezerek; Fas, Medine, Mekke, Şam, Musul, Bağdat, Halep ve Konya’da çeşitli bilginlerle tanışır ve görüş alışverişinde bulunur.
Tasavvufta o bir başlangıçtı, ardından gelenler ise (Sadreddin Konevî, Dâvûd-i Kayserî, Molla Fenârî gibi) bu yolda devam etmişlerdir…
Fransız Matematikçi ve yazar René Guénon; Dante’nin ‘’İlahi Komedyası’’nda adı geçen ‘’İnferno’’ (cehennem)yu kaleme alırken İbnü’l Arabî’nin ‘’Kitab el-İsra’’ (Gece yolculuğu kitabı) ile ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ (Mekke İlhamları) adlı eserlerinden faydalandığını iddia eder. İbnü’l Arabî’nin gerek ‘’Kitab el-İsra’’ ve gerekse de ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ adlı eserlerdeki simge ve semboller, özellikle Dante’nin cehennemi ile İslami cehennemin benzerliği, Hz. Muhammed’in Mirac’ı; cehennem ve cennetten sonra her ikisi eserde de başkarakterin nurani bir yoğunluktan (Tanrı) bahsetmesi bu iddiayı kanıtlar niteliktedir.
René Guénon’un da kabul ettiği bu iddia, aslında kendisi de Endülüslü olan tarihçi Miguel Asin Palacios’a aittir. Miguel Asin Palacios, ‘’Dante ve İslam’’ (Okuyan Us Yayınları, Mayıs 2010) isimli eserinde bu iddiayı dile getirir.
İbnü’l Arabî ‘’Fusüs’ül-Hikem’’’ (Bilgelik Fanusları) isimli kitabında şunları yazar;
‘’…küçük insan, büyük âlemin (kozmos) bir minyatürüdür… İnsan varlığı, âlemden daha da küçük olsa da, o büyük âlemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır. Bu sebepledir ki, bilge insanlar, bu âleme büyük insan (insan-ı kebir) adını veriyorlar…’’
“Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren ‘kuşatıcı bir varlıkta’ isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi.”
İbnü’l Arabî bu sözüyle; ‘’Hakk’ın gölgesidir insan. İnsan, Hakk’ın tüm isimlerini almış, Hakk’dan ayrı değil’’ mesajını veriyor.
‘’Fusüs’ül-Hikem’’in Nuh bahsinde teşbih ve tenzihi anlattığı bölümde şunları yazar;
(Teşbih; Benzetme. Tenzih; Arılama, kusur kondurmama, Allah’ın bütün kusurlardan uzak olduğuna inanma.)
“…yalnızca tenzih edecek olursan, kayıtlayıcı olursun;
yalnızca teşbih edecek olursan, sınırlayıcı olursun.
hem tenzih hem de teşbih edecek olursan,
dosdoğru yolda olursun ve bilgide imam ve seyyid olursun.
imdi iki varlıktan sözeden, ortak kılıcı oldu
ve (çokluğun ötesinde) tek olandan sözeden, bir’leyici oldu.
eğer ikileyici isen, teşbihten sakın!
ve eğer bir’leyici isen, tenzihten sakın!
imdi, sen o değilsin ve sen o’sun;
ve sen o’nu şeylerin ayn’ında
kayıtlanmamış ve kayıtlanmış olarak görürsün.
Allahu teala, “o’nun benzeri hiç bir şey yoktur” [şura suresi, 42/11] diyerek tenzih
etti; “o, semi ve basir’dir” [şura suresi, 42/11] diyerek teşbih etti. Ve Allahu teala,
“o’nun benzeri gibi bir şey yoktur” diyerek teşbih ederek iki’ledi; “o, semi
ve basir’dir” diyerek tenzih etti ve tek kıldı…”
‘’Fütûhât’’ının birinci cildinde şunları yazar: “Allah kemâl sahibidir. Kâinatta kendi kemâlini göstermiş, gökleri mükemmel yaratmıştır. Mükemmel şekil küredir. Onun için kâinat küreler halinde yaratılmıştır. Dünya küre şeklindedir ve ekseni etrafında dönmektedir.” Bu satırlar yazıldığında henüz Galileo’nun doğmasına 400, Kopernik’in doğmasına ise 300 yıl vardır.
İbnü’l Arabî’ye göre insan mücmel (sözü az, mânası çok olan) bir varlıktır. Bu mücmeli mufassal (geniş, izahlı olarak, tafsilâtlıca) hale getirdiğimizde ise insanın birçok alt hakikatten meydana geldiğini görürüz. Başka bir deyişle, insan mecmu, yani bütün âlemin ve âlemdeki hakikatlerin toplamıdır. Bu özelliği ile, tüm âleme ve hakikatlere içkindir ve “içerdiği parça hakikatler ile âlemdeki şeylerin mukabilidir ve insan bütün âlem hakkındaki bilgisini kendisinde bulunan bu tikel parçalarını bilfiil hale getirmekle elde edebilir.”
İbnü’l Arabî bir kitabında şöyle yazar (İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları, 1985, Mehmed Ali Ayni, sayfa 21): “İzâ kâne’l – ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.” Anlamı: ‘’Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.’’
İbnü’l Arabî ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ isimli kitabında (Esma Yayınları, 2001) Sebte kentinde rastladığı hocası İbn’üs Sâig’ten aktarır: ‘’Dünyayı def ve flüt ile yiyip bitirmek, benim indimde din ile yiyip bitirmekten daha iyidir. Elinden geldiği kadar dince lânet etmekten kaçın.’’
İbnü’l Arabî ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ isimli kitabında bir gece Mekke’de tavaf yaparken kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söylediği birisini (sadece kendisinin) “gördüğünü” yazar. Kendisinin de bir insan olduğunu söylemektedir ama İbnü’l Arabî’nin bildiği insan fiziğine benzememektedir. Hz. Âdem’in ancak yedi bin yıl önce yaşadığını bildiğinden İbnü’l Arabi ona Hz. Âdem’i sorar; şöyle cevap alır: “Hangi Hz. Âdem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?” Bu yanıt üzerine Arabî, “O zaman hatırladım ki hadiste ‘Allah yüz bin Âdem yaratmıştır’ diye yazardı” der. Hz. Âdem yaratıldı tüm melekler sordu: “Dünyaya fesat getirecek bir varlık mı yaratacaksın?” dediler. (Bakara-30) Melekler bunu -insanın dünyaya fesat getirecek olmasını- nereden biliyorlardı? Demek ki melekler daha önceden insanı tanıyorlardı…. Kuran bazı konuları ucu acık bırakarak ‘’Akıl etmez misiniz? Düşünmez misiniz?” diye buyurmaz mı?
‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’, İbnü’l Arabî’nin tasavvufi görüşlerini en geniş boyutlarıyla açıkladığı eseridir. Yeri gelmişken İslam dünyasında hep yanlış anlaşılan ‘’Fetih’’ ve ‘’Fütûhât’’ kavramlarına İbnü’l Arabî’ni tanımlamasıyla bir açıklık getirmek istiyorum. Fetih (bazen ‘’feth’’ diye de yazılır) kelimesinin çoğulu ‘’fütuh’’, bunun da çoğulu ‘’Fütûhât’’dır. Sözlük anlamı; “açmak, yardım etmek, zafer” anlamındadır. Tasavvufta ise “Allah’ın rızık gibi maddî, ilim ve marifet gibi manevî lütuflarını kuluna açması” anlamına gelir. İbnü’l Arabî’ye ilham ürünü olan bilgiler kendisine Mekke’de geldiği ve eseri burada yazmaya başladığı için bu kitaba ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ adını verir. Kitabın bu özelliğini çeşitli vesilelerle vurgulayan İbnü’l Arabî, noktasına varıncaya kadar eserdeki bütün bilgilerin ilâhî ilham (ilkâ-i rabbânîve imlâ-i ilâhî) mahsulü olduğunu ileri sürer.
Yani ‘’Fetih’’, küffar diyarlarındaki bir şehrin, bir beldenin veya bir bölgenin ele geçirilmesi, ilhak edilmesi değildir. Yani ‘’Fetih’’, Allah’ın rızık gibi maddî, ilim ve marifet gibi manevî lütuflarını kuluna açmasıdır. Kısa süre önce Fatih Sultan Mehmet’i anlatmıştım. Buradaki ‘’Fatih’’ unvanı Sultan Mehmet’in İstanbul’u almasından, İstanbul’u ele geçirmesinden değil kendisine Allah’ın rızık gibi maddî, ilim ve marifet gibi manevî lütuflarını kendisine açmasındandır.
Şam’a geldiğinde kendisinin ‘’Fütûhât’’tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen ‘’Fusüs’ül Hikem’’i kaleme alır. İbnü’l Arabî bu eseri rüya’sında Peygamber’den ümmetine aktarmak üzere aldığını belirtir. İbnü’l Arabi, Fusüs’u yazma nedenini şöyle açıklıyor: “627 Hicret yılı, Muharrem ayının son günlerinde, Şam’da iken. Tanrının peygamberi Hz. Muhammed’i gerçek bir rüya anlamında gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana dedi ki, bu Fusüs ül-Hikem kitabıdır. Bunun al ve halka açıkla ve bu bilgilerden herkes yararlansın.”
27 bölümden oluşan bir kitap olan Fusüs’ül-Hikem’in her bölümünde bir peygamberin kişiliği ve görevlerinin özelliği anlatılır.
‘’Fusüs’ül Hikem’’de şunları yazar İbnü’l Arabî; “Âlem, Allah’ın belirmesidir. O, âlemin ruhu olup, sevk ve idare eder. Evrenin tümü O’dur, O, benim ve O’nun varlığı ile ayakta duran tek varlıktır. Âlemin başka gerçek bir varlığı yoktur. Âlem, O’ndan ayrı bir varlık değildir. Görmez misin ki, gölge sahibinden çıkmış ve ona bitişik olduğu halde, sahibinden görünüşte ayrılması imkânsızdır. Nasıl insanın gölgesi, ancak gölgenin düştüğü yer aracılığı ile görünüyorsa, Âlem de, Allah’ın gölgesinin üzerine düştüğü madde aracılığı ile idrak edilir, bilinir.”
Kur’an-ı Kerim’de, “Her şey beni zikreder ama siz anlayamazsınız” denilir. Bu ayeti anlamak, ancak maddenin, var olan her şey hakkında bilgilenme yönünde ve evrimimizde aracı olarak kullanılmasıyla mümkün olabilir.
1182’de İbnü’l Rüşd ile görüşür. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnü’l Rüşd’ün ‘’bilgi’’nin ‘’akıl yolu’’yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin ise gerçek ‘’bilgi’’nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşif yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.
Şam’da, İbnü’l Arabî’yi sevmeyenlerden biri, her namazdan sonra bu büyük veliye on defa lanet okurdu. Bu olaydan İbnü’l Arabî’nin de haberi olur, ancak hiç bir tepki vermezdi. Bir süre sonra İbnü’l Arabî’ye lanet eden adam ölür. İbnü’l Arabî, hiçbir şey olmamış gibi adamın cenazesine katılır.
Cenazenin defninden sonra arkadaşlarından biri, İbnü’l Arabî’yi evine davet eder. İbnü’l Arabî evde kıbleye müteveccih bir şekilde oturur. Zikir ve duâ ile meşgul olmaya başlar. Dostu yemek zamanı yemek hazırlar, ancak İbnü’l Arabî yerinden kalkmaz. Sadece namaz için yerinden kalkmakta ve yine kıbleye doğru yönelip tesbih çekmeye devam etmektedir.
Bir süre sonra yüzü mütebessim ve içini sevinç kaplamış bir vaziyette kalkarak dostuna, ”Ben acıktım, bana yemek hazırlayın” der. Dostu merakla yemek hazırlamasına rağmen, neden yemediğini sorduğunda, İbnü’l Arabî şu cevabı verir: ”Ben, bana lanet okuyan adamın ruhuna yetmiş bin kelime-i tevhid okumaya ve o affedilinceye kadar hiçbir şey yememek ve içmemek üzere kıbleden yüzümü çevirmeyeceğime dair Allahü teâlâya ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim.”
İbnü’l Arabî, ‘’İlâhî Aşk’’ isimli kitabında (İnsan Yayınları, 2016) aşağıdaki bölüm yer alır: (s. 134)
”Allah rahmet etsin, babam mıydı, amcam mıydı? Hangisiydi, tam bilemiyorum; ikisinden biri bana şu öyküyü anlatmıştı: Babam bir gün ormanda bir avcı görür. Avcı dişi bir kumruyu takip etmektedir. O anda aniden, kumrunun erkeği çıkagelir. Dişisine bakar. Tam o sırada avcı dişi kumruyu vurur, öldürür. Bunu gören erkek kumru çaresizliğinden kendi etrafında fır dönerek havaya yükselir yükselir, öyle yükselir ki gözlerden kaybolur. ‘Gözümüzden kayboluncaya kadar o kuşa baktık’ diye devam etti babam; ‘sonra, o kuş o yüksekliğe varınca kanatlarını kapattı, başını yere çevirdi ve çığlıklar atarak kendini yere sapladı, paramparça oldu, ezildi ve öldü. Bizse, hâlâ bakakalmıştık’ diye anlatmıştı. Ey âşık, bu bir kuşun yaptığı harekettir. Peki, Allah aşkı uğrunda senin tavrın nicedir?”
İbnü’l Arabî bir kitabında da Endülüs’te bir çocukla dayısının başından geçenleri anlatır:
”Endülüs’te çocuğun biri dayısıyla gayrimüslim bir değirmenciye buğday götürmüş. Yüz okka buğday verip doksan okka un alacaklarmış. Değirmenci de kantara hile karıştıran bir adammış. Yüz okka buğdayı alıp doksan okka un yerine yerine seksen okka un tartıp doldurmuş bir çuvala. Çocuğun dayısı da adamdan hakkını istemiş. “Sen ne biçim adamsın?” demiş.
Aralarında bir tartışma başlamış. Sonunda gırtlak gırtlağa gelip kavgaya tutuşmuşlar. Çocuk ne yapacağını şaşırmış. Dayısı ile değirmenci ordan oraya savrulmuşlar. Çuvallar patlamış, ikisi de bembeyaz una bulanmışlar. Çocuk da gitmiş eline bir sopa geçirmiş, dikilmiş adamların başına. Bembeyaz undan iki adam! Gevur hangisi, dayım hangisi? Gevur hangisi, dayım hangisi? Gevur hangisi..?” Bu hikâyeden sonra şöyle der İbnü’l Arabî: ”Allah kulunun zahirine bakar batınını görür. Nice içi kafir, dışı Müslüman, dışı kafir, içi Müslüman vardır. Allah’ın Bakara Suresi’nde buyurduğu gibi: ‘İşte onlar hidayete karşı delaleti satın alanlardır. Fakat onların ticareti fayda etmemiştir. Onlar doğru yolu bilen kimseler de değildir..’ “
Bir kitabında Hz. İbrahim ile ilgili şu hikâyeyi anlatır: Hz. İbrahim peygambere bir müşrik misafir olmak istedi, Hz. İbrahim: ”Müslüman olursan misafir ederim”, dedi. O da kabul etmedi. Döndü, gitti. Cenabı Hak İbrahim’e, “bir lokma ekmek için herifin dinini, babasından kalan alıştığı dinini terk etmesini teklif ettin. O, yetmiş senedir gavurluk yapar, ben onu besliyorum ve rızkını kesmedim,” buyurunca, Hz. İbrahim yola çıktı, ona yetişti. “Gel,” dedi, “seni misafir edeceğim. Çünkü Rabb’im senin için beni azarladı,” deyince; o, hem misafir oldu hem de Müslüman oldu.”
İbnü’l Arabî bir başka kitabında da şu hikâyeyi anlatır:
Bir zamanlar Bağdat’ta ünlü bir marangoz varmış. Ömrünün son zamanlarında çok güzel bir minber oymuş. Ama çok güzel, Sedef kakmalı, ceviz ağacından. Her gören onun güzelliğiyle büyüleniyordu. Bu güzel minberin namı aldı yürüdü. Bağdat’a her gelen bu minberi alıp falanca camiiye koymak istiyormuş. Fakat marangozun cevabı hep “Hayır” oluyordu.” Bu minber Mescid-i Aksa’ da duracak”. Ahali şaşırıyordu tabii. İyi de Kudüs Haçlı işgali altında. “Benim işim minber yontmak, Bir babayiğit de çıksın Kudüs’ ü alsın. Bu minberi yerine oturtsun.”
Herkes bu hikâyeyi minberin güzelliğini bire beş katarak birbirlerine anlatır oldu. Daha sonra 7-8 yaşlarında bir çocuktan dinlediler bu hikâyeyi. Ama O çocuk minberin güzelliğinden çok müessirin vasiyetine kulak verdi. Aradan 40 yıl geçti ve o minberi durması gereken yere Mescid-i Aksa’ ya yerleştirdi. Diller onu Selehattini Eyyubi diye andı.
Hikâyeyi şöyle bitirir İbnü’l Arabî: ”Bu işler böyledir. Biz o marangoz misali minberler yontarız. Bizim bu emanetlerimizi yerine koyacak er kişiler elbette çıkacaktır.”
Konya’ya Bağdat’tan Selçuklu hükümdarının daveti üzerine gelir ve veliaht Keykavus’a hoca olur. Arabî’nin Konya ziyareti esnasında Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulacağını kaleme aldığı rivayet edilir.
Konya’ya bu gelişinde Mevlânâ henüz 12 yaşındadır. İbnü’l Arabî pazar yerinde çocuk Mevlânâ’yı babasının arkasında yürürken gördüğünde şöyle der ardından; “Hayret! Bir umman (okyanus), bir göle takılmış gidiyor.”
Konya’da 8 yaşındaki çocuğuyla dul kalan bir kadınla evlenir. 8 yaşında eğitimine başladığı bu çocuk, Mevlânâ’nın çağdaşı Sadreddin Konevî’dir.
İbnü’l Arabî, Vahdet-i Vücud öğretisinin baş sözcüsüdür. Ancak bu öğreti İbnü’l Arabî’nin eserlerinde bu adla anılmaz. İfadeyi ilk kullanan, İbnü’l Arabî’nin öğrencisi Sadreddin Konevî’dir. Vahdet-i Vücud (Varlık birliği) tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve “bir” olduğunu savunan bir görüştür.
‘’Kudsî Hadisler’’ (hadîs-i kudsî) diye bir kavram vardır. Bu tür (Kudsî) hadisler Allah’ın kelamıdır. Yüce Allah, hadîs-i kudsî de: “Gizli hazine idim. Bilinmek istedim ve tüm bir kâinatı ve mahlûkatı (varlıkları) yarattım.” buyuruyor. Bu hadis; dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı’nın yansımaları olduğu anlamını taşır. İnsanların Allah’tan gelip yine Allah’a dönüşleri anlamındadır bu hadis.
İbnü’l Arabî’nin ardından gelen Seyyid Nesîmî ile kendisinden önce yaşamış olan Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bestamî gibi bilginler bu inanca sahip olmuşlar ve “En-el Hak” (ben Tanrı’yım) sözü ile bu inancı yansıtmışlardır. Dönemlerinde, bu evliya, anlaşılmamış, dinden çıkmakla, sapkınlıkla, zındıklıkla, şirkle suçlanmış, kimisi de bu suçlamalardan dolayı idam edilmişlerdir.
Hallac-ı Mansur; “En-el Hak” (ben Tanrı’yım) dedi idam edildi. Cüneyd-i Bağdadî; ‘’leyse fî cübbeti sivallah’’ (cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur.) dedi idam edildi. Seyyid Nesîmî; Tanrı’nın insanın içinde olduğunu, insanın Tanrı’yla bütünlük gösterdiğini’’ söyledi, canlı canlı derisi yüzüldü. Bayezid-i Bestamî; “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yoktur!.’’ dedi, zındıklıkla suçlandı. Kendi ifadesiyle; “Yolun başında idik ‘sıddık’ dediler. Sonuna vardık ‘zındık’ dediler.”
İbnü’l Arabî’yi de kâfirlikle suçladılar. Bu nedenle O’na da; Şeyh-ül Ekfer (Kâfir Şeyh) dediler. Buna esas neden de yazdığı ‘’Futûhât-ı Mekkiye’’deki sözleridir. (Bu sözlerden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında idam fetvası verilmişti.)
Güncel bir konu: Bildiğiniz gibi Türkiye’nin büyük din bilginlerinden Yaşar Nuri Öztürk 22 Haziran 2016 günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. ‘’Ölülerinizi hayırla yâd ediniz!’’ diye buyurmuyor muydu Hz. Peygamberimiz? Bunlar güya Müslüman. Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk’ün daha naaşı defnedilmeden sözde bu Müslümanlar tarafından arkasından yağdırılan nefreti, kini, hakareti gördünüz mü?. Daha dün, 2017 Mayıs ayı başında bu sözde Müslümanlar Atatürk’ün annesine dil uzatmadılar mı? Zübeyde Hanım’a İftira atmadılar mı? Bunların ataları da İbnü’l Arabî’ye bile ‘’Şeyh’ül Ekfer’’ (Kafir Şeyh) demişlerdi. Bunlar yüzündendir zaten tüm İslam âleminin sefil hali. Zaten derdi İbnü’l Arabî: ”Allah kulunun zahirine bakar batınını görür. Nice içi kâfir, dışı Müslüman, dışı kâfir, içi Müslüman vardır.” İşte bu insanlar Azerî şair Mirza Ali Ekber Sâbir’e ‘’Harda (nerede) Müselman görirem, korharam” diye şiir yazdıran sözde Müslümanlardı… Ben bunlara daha ne diyeyim?
İbnü’l Arabî’nin bazı kehanetlerinden bahsedilir. Bazı iddialara göre, Fransız astrolog Nostradamus bile kehanetlerini yazarken İbnü’l Arabî’den esinlenmiştir. İbnü’l Arabî bir eserinde yine günümüze ait bir kehanette bulunmuş gerçek müminleri tenzih ederek rahmetli Mustafa Kemal Atatürk’e, validesine, Yaşar Nuri Öztürk’e kin ve nefret kusanlar ile topluma kin ve nefret aşılayanlar hakkında şöyle yazmıştı:
”Nice sevgili azizler, sinagoglarda ve kiliselerde!
Nice nefret dolu düşmanlar, camilerin safında!”
(İbnü’l Arabî, Et-Tecelliyet et-İlahiyya, s. 458, yay. Osman Yahya,1988)
Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizm olduysa, İslam’ın hastalığının da entegrizm olduğu söylenir. Tunuslu yazar, şair ve tasavvuf bilgini Abdelwahab Meddeb’in bu konuda güzel bir kitabı var, ‘’İslam’ın Hastalığı’’ (Metis yayınları, 2005)
(Entegrizm; dini veya siyasi bir inancı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Bu, gelenekten yana olduğunu iddia ederek her türlü tekâmülü reddeden bazı dini grupların veya tutundukları şeyi doktrinel hale getirmiş grupların durumudur. Entegrizmin ana nitelikleri şöyle tasnife tabi tutulabilir: Hareketsizlik; uyum sağlamayı red, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme, geçmişe dönüş; geleceğin takipçisi olmamak, muhafazakârlık, taassup, kapanma, doğmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşma kabul etmeme…)
Ne diyeyim, Allah bunları ıslah etsin.. .
Sadece İslam dünyasında değil, Hristiyan dünyası da böyleydi.
Giordano Bruno; ‘’Tanrı Bir’dir, her yerdedir, hem de her şeyin üzerindedir. Birbirinden ayrılmaz olan Zekâ, Ruh ve Madde, Tanrısallığın üç görünümüdür.’’ dedi, canlı canlı yaktılar. Giordano Bruno derdi ki; ‘’anlamak zordur, basit ve kaba şeyler basit ve sokak insanları için geçerlidir.’’ Basit ve kaba insanlar anlamadı onları…
Mevlânâ’nın bu velileri anlatırcasına bir sözü vardır; ‘’Her devirde peygamber yerine bir velî vardır. Bu sınanma kıyamete kadardır.’’ Bu veliler peygamber yerinedirler. Bu velilerden yüzyıllar sonra ortaya çıkan Kuantum düşüncesi de farklı bir şey söylemiyordu zaten; ‘’gözlemci ile gözlemlenen ayrılmazdır, birdir, bütündür.’’ Fransız filozof Michel Foucault da 1996 yılında yayınladığı ‘Kelimeler ve Şeyler’ (Les Mots es les choses) isimli kitabında da ‘’bakanın bakılan olduğu’ tespiti yapıyordu.
İbnü’l Arabî “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye” isimli eserinde “Tılsım sâhibi ilk ‘Sîn’in varlığından söz eder. Burada bahsi geçen ‘’Sîn’’ Yavuz Sultan Selîm’dir. “Onun cülûsu”nun ‘Mim’den sonra” olacağını söyleyerek onun tahta geçişinin kendisinden önceki en büyük hükümdâr olan Fâtih Sultan “Mehmed”den daha sonra olduğuna işaret eder. Bu şifreye göre “Mim”den, yâni “Mehmed”den sonra tahta geçecek olan “Sin” yâni “Selim”dir.
“Sîn’in zafer sevinciyle Şın’a vardığı zaman unutulmuş vîrâne bir kabri açığa çıkaracağı”nı belirterek; “Yıkık ve vîrâne olan kabr”in onun söylemesiyle ziyâdeleştiril”eceğine işaret eder. Ki, bu “yıkık ve vîrâne kabir” İbnü’l Arabî’nin, kendisine zındık diyen câhiller tarafından yıkılarak yerle bir edilen kendi kabridir. ”Şın” ise Şam şehridir. Malum; ”Sin” ve ”Şın” Arap harflerinde ”S” ve ”Ş”nin karşılığıdır. Onun bu kerâmeti halk arasında daha çok; “İzâ dehalu Sîn fi’ş-Şîn, zahara fî kabruhû Muhyi’d-dîn” (“Sîn Şın’a dâhil olunca, açığa çıkar kabri Muhyiddîn’in!” ) ifâdesiyle dile getirilmiştir…
İbnü’l Arabî’nin bu kehanetini doğrularcasına 1516 yılında Yavuz Sultan Selim, Şam’ı Osmanlı toprağı yaptığında İbnü’l Arabî’nin kabrini buldurur, buraya türbe yapılmasını, yanına da camii ve imaretininin inşaasını emreder. İkinci Abdülhamit de türbesini tamir ettirir. Kabri Şam şehri dışında Kasiyun Dağı eteğindedir.
Medfun bulunduğu türbenin kubbesinde İbn Arabî’nin kendisine ait olduğu iddia edilen ‘’bütün yüzyıllar yetiştirdikleri büyük insanlarla tanınır, benden sonraki yüzyıllar benim ismimle anılacak’’ mealindeki bir beyit yazılıdır. (felikülli asrın vahidün yesmü bihi ve ene libâg’el asrı zak’el vahid) (2005 yılında Şam’a yaptığım bir ziyarette bu mütevazı kabri ziyaret edip dua etmek kısmet olmuştu bana.)
Prof. Dr. Süleyman Uludağ, ‘’İbn Arabî’’ isimli kitabında (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1995) İbnü’l Arabî için şunları yazar: (s. 172–173)
‘’İbnü’l Arabî aşk (sevgi) ile güzellik (cemal, hüsn) arasında sıkı bir bağ kurar. Aşk kendi başına ve bağımsız bir değer değildir. Onun temeli güzelliktir. Kusursuz ve en mükemmel güzel (cemal-i bâkemâl) de Allah’tır. İnsan onun için Allah’ı sever. Allah bütün güzellikleriyle âleme tecelli etmiştir. O halde ilahi bir tecelliden ibaret olan âlem bütün olarak da, parçalar halinde de güzeldir. Allah’ın güzelliği hem şekil ve suret halindeki maddi güzelliklerin, hem de ilim, marifet, ahlak (siret) ve kemal tarzındaki manevi güzelliklerin kaynağıdır.
Fakat yine de onun esas güzelliği her çeşit şeklin üstünde ve ötesindedir. Allah en güzel olduğu için sevilir ve sevilerek ibadet edilir. Fakat insan güzeldir, hem Allah onu kendi suretinde yarattığı için, hem halifesi olduğu için hem de: “Biz onu en güzel biçimde yarattık” dediği için hem de ilahi güzelliği en iyi biçimde yansıttığı ve Hakk’ın tecelligâhı olduğu için. Bundan dolayı Allah insanı sever, sözü edilen nitelikler en fazla velilerde ve peygamberlerde mevcut olduğu için onları daha çok sever, bu hususlar en mükemmel biçimde Hz. Peygamber’de mevcut olduğu için de en çok onu sever. Bunun için o Allah’ın sevgilisidir (habibullah, mahbub-i kibriya).
İnsanın diğer varlıkları sevmesinin sebebi bu varlıkların kendi kabiliyetlerine göre ilahi güzelliğin tecelligâhı (mazharı) olmalarıdır. Zahidlerin durmadan kötüledikleri, abidlerin sırtlarını döndükleri bu âlem İbnü’l Arabî’nin gözünde fevkalade güzeldir, güzelliklerle doludur. O halde aşk ve sevgi ile dolu olmalıdır.
İbnü’l Arabî bir sevgi dünyası, bir sevgi dili kurmuş ve: “Benim dinim sevgi dinidir, ben sevgi kıblesine yöneldim” demiştir. Daha önce de var olan bu sevgi anlayışını geliştiren İbnü’l Arabî onun sisteminin özü ve kaynağı, tasavvufun da vazgeçilmez bir temel unsuru haline getirmiştir. Buna rağmen Mevlâna ile karşılaştırıldığı zaman İbnü’l Arabî’nin sisteminde sevgiden çok bilgiye (marifet) ağırlık verdiği görülür.’’
İkinci dünya savaşının devam ettiği 1943 yılında bir Türk heyeti Amerika’yı ziyaret etmektedir. Cumhurbaşkanı Roosewelt hasta olmasına rağmen bu heyetle görüşmeyi arzu eder. Bundan sonrasını heyette bulunan zat anlatıyor:
Başkan Beyaz saraydaki dairesinde bizleri kabul edip oturttuktan sonra sözlerine; “Bir Türk heyetinin Amerika’yı ziyaretini bana bildirdikleri andan itibaren sizlerle tanışıp, politikanın dışında bir görüşme yapmayı arzu etmiştim” diye başladı ve devamla; “Gerek Amerikalı, gerekse dünyanın her köşesinden gelen bilim adamlarıyla yaptığım özel görüşmelerimde bugüne kadar dünyada bilim, felsefe ve mistik alanda sayıları birçok insanın yetiştiğini bilinmekle beraber bunların en büyüğü olarak hemen hepsinin bir tek insan üzerinde ve yaşadığı sürede beş yüze yakın eser bırakmış Endülüslü tanınmış âlim ve mutasavvıf Muhyiddin İbnü’l Arabî üzerinde birleştiklerini tesbit ettim. Yalnız benim için aydınlanması gereken bir husus var. Fusüs’ül Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiye gibi değerli birçok eser yazan bu büyük insan hakkında neden İslam bilginleri aleyhinde bulunmuşlar, yakışıksız sözler söylemişler ve ölümünden sonra da mezarını belirsiz bir hale getirmişler? Ancak bu zatın ölümünden üç yüzyıl sonra bir Türk Hakanı Sultan Selim Mısır’ı almaya giderken mezarını buldurup, türbesini yaptırmıştır. Bu jest şüphesiz ona karşı duyduğu saygıdan ileri gelmiştir. Fakat bu gecikme neden? İşte bunu bilmek istiyorum.”
Benim bu sahada meşgul olduğumu bilen Heyet Başkanı, cevap vermeyi bana bıraktı: “Efendim” dedim, ”önce şunu bilhassa belirtmek isterim ki, bütün İslam bilginleri Şeyh’ül Ekber Muhiddin İbnü’l Arabî’nin aleyhinde bulunmamışlardır. Bu zatın aleyhinde bulunanlar daha ziyade zahiri ilme mensup bilginlerdir. Bunlar onun geniş kapsamlı Allah’ın vücud birliği fikirlerini, ya kavrayamamış veyahut İslam şeriatine uygun düşmediği düşüncesine kapılmışlar ve onu bu yüzden haksız yere yermişlerdir. Fakat batıni ilme mensup bilgin, hakikat ve irfan ehli kimseler, onu gerçek yönleriyle tanımış ve onu en büyük bir müctehid (ayet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslam âlimleri ve önderleri) ve mutasavvıf olarak kabul etmişler ve kendisine büyük saygı duymuşlardır. Yalnız onun eseri olan Füsusu yüze yakın Türk ve İslam bilgininin şerh etmesi buna bir delil teşkil eder.”
Bunun üzerine Başkan gülümsedi ve “Şimdi durum benim için aydınlandı, teşekkür ederim” diyerek önündeki çekmeceyi açtı. “Bakınız ben her gün işime başlamadan önce o büyük insanın Fütûhât-ı Mekkiyesini okurum, halen üçüncü cildini hayranlıkla okumaktayım” dedi ve kitabı bize gösterdi. Hepimiz hayretler içinde kaldık.
Bir kitabında okuyucuları için şunları yazar İbnü’l Arabî: “İşte ben, meyveleri olgunlaşmış bir bahçeyim; meyveleri bir araya toplanmış bir bahçe. Öyleyse, sen benim perdelerimi kaldır ve benim yazdığım bu yazıların, bu satırların içerdiği şeyleri oku!”
Bir başka kitabında da ‘’Bizi tanımayan kitaplarımızı okumasın’’ der. Eserlerinden istifade edebilecek kimseler için de “kemerlerini sıkmış, nefsini tezkiyede (nefsini temiz bilmek, nefsini kusursuz addetmek) önemli mesafe kat etmiş ve gönlünü dünyadan çekip almış” olmalarını şart koşar.
Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger’in İbnü’l Arabî’yi okuduğu bilinir.
Fransız yazar ve filozof Voltaire İbnü’l Arabî’nin İslam dünyasında bir kısım insanların kendisine ”Şeyh’ül Ekfer” (Kafir Şeyh) diye tanımlamalarını şu sözlerle özetliyor: “Müslümanlar içinde bir adam çıkmış, onu da kendilerinden saymıyorlar.”
Bir kısım bilim adamları Doğu felsefesinin Spinoza’sı olarak adlandırırlar İbnü’l Arabî”yi… (Baruch Spinoza: 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerindendir. Spinoza tuhaf bir çelişkiyle İbnü’l Arabî gibi hem en büyük din düşmanlarından biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının Tanrı sevgisi olduğu söylenmiştir. En büyük eseri ”Ethica” adlı kitaptır.)
İbnü’l Arabî’nin sanki günümüzde yazılmışçasına tat veren 500 civarında olduğu tahmin edilen kitaplarından günümüze 250’ye yakın eseri ulaşmıştır. Türkçeye çevrilen eserleri ise onu geçmez!…
İbnü’l Arabî Mevlânâ’nın bahsettiği peygamber yerine bir velidir. Aslında, Endülüs’ten başlayıp üç kıtayı dolanan ve Şam’da huzur bulan bir sestir, bir mesajdır, bir çığlıktır O. O ses, o mesaj, o çığlık şuydu;
‘’Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım.
Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık…
O artık ceylanlar için bir çayır,
keşişler için bir manastır,
puta tapıcı için bir mabet,
hacı için bir Kâbe,
Tevrat levhaları,
Kur’an kitabıdır.
Ben aşk dinini vazediyorum.
Ve hangi yöne yönelirse yönelsin,
bu din benim dinim,
benim imanımdır.’’
İşte günümüzdeki tüm sorunlarımıza, tüm problemlerimize, tüm ihtlaflarımıza, tüm sıkıntılarımıza çözüm sunacak bir mesajdır bu çığlık!… Ahhh ki ahhh; bir anlayabilsek!
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.” diye söylerdi Mevlânâ. Mevlânâ’nın söylediği gibi İbnü’l Arabî’nin mezarı da aslında Kasiyun Dağı eteğinde değil âriflerin gönüllerindedir.
Allah rahmet eylesin.
Osman AYDOĞAN
Bir not: 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye Selefiliğin kurucusudur ve varlığını anlattığım “Vahdet-i Vücud” anlayışının fikir babası ve Sufiliğin öncüsü olan İbnü’l Arabî’ye olan keskin karşıtlığına ve nefretine borçludur. Yani Selefiliğin hamurunda Sufilik nefreti vardır.