Hep bizimle birlikte yaşıyorlardı. Tanış idik. Kimi zaman mahallede top oynadığımız akranlarımız, kimi zaman ellerinden öpüp aferinlerini aldığımız amcalar, kimi zaman ise sohbet ettiğimiz bir esnaf. Biz onlardan biriydik, onlar bizden biriydi. Yani öyle sanmışız. Korona pandemisi farklı olduğumuzu çok açık bir şekilde gösterdi. Hepimiz anlamış olmalıyız: Onlar “çalışmak zorunda olanlar”, biz ise “kendini karantinaya alabilen”, “kendi OHAL’ini ilan edebilen” kimseleriz.
Şehirde hastalık yayılır… Otobüsler seyrekleşir, metro seferleri durur, ulaşım polis kontrolüne bağlanır. Ama onlara engel yoktur. Herkese (#evdekal) denildiği bu günlerde işine gitmesi için sırtı sıvazlananlardır onlar: “Üretim devam etmeli, çarklar dönmelidir.” Peki işe nasıl gidiyorlar, hangi vardiyadan kaçta çıkıp nice saat sonra çocuklarına kavuşuyorlar? Onlar bilir, biz bilmeyiz.
Televizyonlar polis kontrolü için durdurulan bir minibüsün içinden 27 “çalışmak zorunda olan” çıktığını söyler. Onlar gizlenir kameradan. Başkasının yerine bu kez de utangaçlığı yüklenip kaybolurlar ortadan. Acaba bu minibüsle işe mi gidiyorlardı yoksa ailelerinin yanına mı? Peki şimdi oraya nasıl ulaşacaklar? Ya aralarında virüs taşıyan biri?… Polis de muhabir de izleyici de merak etmez onları. Ceza makbuzudur haber, korkudur.
“Çalışmak zorunda olan çocuklara yasak yok. Onlar işlerine…” diye ilan edilir. Kim bu küçük işçiler, niye yaşıtları evde iken onlar dışarıda diye soranımız olmaz. Yaşı yoktur ki çalışmak zorunda kalanın!

Ter olup akıp giden hayatları karşılığında ne kazandıklarını merak etsek anlatırlar belki! Asgari ücretlerine eklenen birkaç yüz lirayla usta başı olup muratlarına erdikleri… Hemen sonra -bir kereliğine olsun- ailelerini sinemaya götürebilecek kadar para biriktirip de kerevetine çıktıkları bir masaladır heyecanları.
“Üretim devam etmelidir ve ekonominin çarkları mutlaka dönmelidir.” Elbette öyle ama, pandemi ile savaşın kızıştığı bu günlerde kimin “kendini karantinaya alacağına”… Ve kimin incecik bir maskeyle saatlerce otobüsten otobüse aktarma yapacağına nasıl karar vereceğiz?
Maalesef buna biz karar vermiyoruz. Biz ne yaparsak yapalım tarih hep Marx’ın tarif ettiği o kesin sonuca doğru akıp gidip varıp yaslanıyor: Bu bir sınıf ayrımı… Doğduğumuzda hepimiz aynı mutlu kundağa sarılmıştık. Ama şimdi biz “gönüllü karantinasını yaratabilecek” bir sınıfız; onlar ise “çalışmak zorunda olanlar.” Bir uygarlıktan diğerine, bir dinden ötekine gidip gelerek uzun uzun laflasak da bu gerçek hiç değişmiyor.

“Çalışmak zorunda olanların” gücü ekonomiyi ayakta tutmaya yetecek mi bilemiyorum. Ama “çarkları” döndürmek için onların kırılgan hayallerini okşayan birileri hep olacak. Doğrusu, “seninle aynı gemideyiz” diye sırt sıvazlayanların her yemekte geminin üst katındaki gösterişli bir restoranda buluştuğunu fark etmek, “çalışmak zorunda olanlar” için büyük bir aydınlanma olurdu. Ama böylesi büyük bir aydınlanmayı küçük bir virüsten beklemek hiç akıllıca değil.
Uğur K.Yiğit, Dr.