Uğur K.YİĞİT, Dr.
Beşşar Esad güçleri dün Halep’i ele geçirdi. Sekiz yıl önce başlayan kaotik iç savaş dönemi boyunca muhaliflerin egemenliğinde kalmış bir şehirdi Halep. Tarihi, coğrafi konumu ve nüfus yoğunluğu bakımından kritik olan bu merkezin el değiştirmesi önemli bir kilometre taşı. Esad için ele geçirilmesi gereken daha büyük bir kent yok artık. Bundan sonrası kendiliğinden gelecek. Peki ama “kendiliğinden gelecek olan şey” ne?

TÜRKİYE VE KOMŞULARI: NEYDİ, NE OLDU !
AKP’nin 2011 yılından itibaren Suriye’de izlediği politika, yine kendi önermesi olan “komşularla sıfır sorun” ve “yumuşak güç” argümanlarını yok etti. Bu kırılmayla başlayan domino etkisiyle Türkiye, tedirgin edici bir dış politik koordinata saplanmış görünmektedir. Ülke, komşularının neredeyse tamamıyla -KKTC dahil- derin anlaşmazlıklar yaşamaktadır. İktidarın bunlar için akıl ettiği tek çözüm seti askerlerden, tanklardan, uçak ve füzelerden ibaret görünmektedir. Canlı yayında ağızdan çıkan tek bir cümleyle Türkiye’nin namluları derhal Suriye’ye veya Irak’a, olmazsa Yunanistan’a veya Libya’daki bir generalin üzerine çevrilebilmektedir. Her uluslararası sorunu sert bir meydan okuma ve yeni bir savaş hazırlığı ile karşılayan iktidarın destekçisi MHP’nin söylemi “Yansın Suriye, yıkılsın İdlib, kahrolsun Esad” düzeyinde sabitlenmiş haldedir.
YENİ NESİL DİPLOMASİ: NUTUK AT, ALKIŞ AL!
Bu tehdidin Esad üzerinde caydırıcı bir etki doğuracağı sanılıyor muydu bilemiyorum. Ama doğurmadı. Şam’ın veya Halep’in haritadaki yerini dahi bilmeyen kitlelerin heyecanını köpürten bu salon konuşmasından sadece altı gün sonra, Halep Esad güçleri tarafından ele geçirildi. Oysa Türkiye’nin yeni savaş gemileri, yeni füzeleri ve yeni jetleri sürekli ekranlarda. Ülkenin vurucu gücünün nasıl da arttığını her gün yeniden öğreniyoruz. Türkiye dünya liderliğine yürüyor ama “yerli ve milli” politikalar hala bazen ABD’yi bazen Rusya’yı beklemek zorunda. Kitleleri gururlandıran mikrofon nutuklarının son kararımız olmadığını herkes biliyor artık. Örneğin, Rusya Devlet Başkanı Putin, kendi Dışişleri Bakanı ile görüştüğünden daha fazla buluşuyor devlet büyüklerimizle. Çünkü Türkiye’nin masasında son karar için Putin’in görüşünü bekleyen pek çok konu var. Suriye, Şam, İdlib veya Halep gibi kelimelerinin geçtiği konular da ‘Putin’e sorulacaklar’ listesinin en başında yer alıyor.
TÜRKİYE ŞAM’A GİRDİĞİNDE…
Rusya lideri Putin, Türkiye’nin ABD’ye ve NATO’ya meydan okuyarak satın aldığı S400 savunma sisteminin temel yazılım kodlarını çantasında taşıyan kişi. Kış soğuğunda onun doğal gazıyla ısınıyor, elektriğimizi onun doğal gazından üretiyoruz. Başka bağımlılıklarımız da var Putin’e. Ama her şeyi bir kenara bırakıp Bahçeli’nin tarif ettiği Suriye harekatının başladığını varsayalım. Önerilen hamle “Suriye’nin yakılması ve İdlib’in yıkılmasıdır”. Ancak bu tarife uyan bir operasyonun “para karşılığında cihat” hizmeti veren savaş baronu gruplardan başka hiçbir aktörü memnun etmeyeceği açıktır. Böylesi bir ateş dalgası ne Suriye kentlerindeki siviller ne de ılımlı gruplar tarafından kabul görecektir.

Suriye’yi yakacak, İdlib’i yıkacak, Şam’ı Türkiye’ye katacak bir hamlenin Türkiye’nin meşru müdafaa ve müdahale sınırları içinde kaldığını düşünmek mümkündür. Ama köpürmüş coşku ile akılı ayırmalıyız: Sadece Putin’in Esad’ı desteklemesi bile Türkiye’nin elini kolunu bağlamaktadır. İdlib’de kurulan gözlem noktalarına kumanya götürülmesi bile ancak Rusya’ya bilgi verilirse emniyetli olmaktadır. Bu alanda atılacak hemen her adım için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin ile görüşmesi gerekmektedir. Peki bu şiddetli “meşru müdafaa” hareketi nasıl hayata geçirilebilecektir? Kayıplarımız ulusumuza, ataklarımız dışımızdaki dünyaya nasıl anlatılabilecektir?
Buna ek olarak Birleşmiş Milletler de denklemdedir: Esad Birleşmiş Milletler’de Suriye’yi temsil eden tek otoritedir. Ayrıca Suriye sınırları, uluslararası anlaşmalarla doğmuş evrensel bir hukukun garantisi altındadır. Bu konuda çeşitli emelleri olan süper güçlerin bile ani hareketlerden kaçınmasının, planlarını on yıllara yaymasının sebepleri iyi anlaşılmalıdır.
Türkiye Suriye harekâtına başlamadan önce yanına heyecan değil akıl; alkış değil meşruiyet almalıdır. Aksi halde harekatın tam ortasında durup akıl ve meşruiyet aramak zorunda kalacaktır.
Bahçeli’nin cümlesi “Esad’ın kahrolması” temennisiyle devam etmektedir. Oysa Saddam’ın yokluğunda Iraklıların, Kaddafi’nin yokluğunda Libyalıların trajedisinin nasıl büyüdüğü ortadadır. Daha üzerinden zaman bile geçmemiş bu örnekleri yok saymak…. “Esad’ın kahrolmasının” Suriye’de daha iyi bir ortam doğuracağını zannetmek rüya gibidir.
DAHA BAĞIMSIZ BİR ROJAVA’NIN YOLU
Türkiye’nin Suriye politikasını şekillendiren önemli faktörlerden biri ülkenin “Kürt refleksi” oldu. Bu refleksle Suriye’de Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgeler (Rojava), burada egemenlik kuran unsurlar hep dikkatle izlendi. İsmi ve örgütsel tasarımı bazen değişse de Suriye’nin üçte biri iç savaşın başından beri Kürtlerin ağırlıklı olduğu bir inisiyatif tarafından yönetiliyor.
Bu otorite, ABD ile yoğun ilişkiler içerisinde ve uluslararası birçok aktör tarafından da destekleniyor. Böyle bir denge durumunda Ankara şu sorunun cevabı üzerinde kafa yormalıdır: “Eğer MHP liderinin söylediği gibi Suriye yanar, İdlib yıkılır, Esad kahrolur ve Türkiye Şam’ı ele geçirirse, Rojava Suriye haritası içinde kalmaya devam eder mi?” Saddam’ın devrilmesi sayesinde Kuzey Irak özerkliğine kavuşmuştu; bağımsızlık için fırsat kolluyor. Peki Esad devrilirse Rojava ne olacak? PKK, PYD veya SDG diye adlandırmak büyük bir fark yaratmıyor.
Bu coğrafyada Kürtlerin liderliği ve küresel ilişkileri sayesinde ayakta duran egemen bir irade var. Bu irade, harita bile okuyamayanların alkışları eşliğinde yükselecek bir kaos ile bağımsızlığa doğru yürürse, ironik olmaz mı?