
Thomas Hobbes’un yüzyılları etkileyen kitabı Leviathan’ın kapağındaki gövdesi insanlardan oluşan devlet tasviri.
Melih R. Çalıkoğlu, 3 Mayıs 2019
“Bizans’ta devletin serveti ve yüksek kültürü, halk kitlelerinin yoksulluğu, hukuk yoksunluğu ve hürriyetsizliği bahasına sağlanmıştı.” Georg Ostrogovsky, Bizans Devleti Tarihi
İnsanlar kendi oluşturdukları sosyal kurguları sıklıkla biyolojik olgulara benzetir. Örneğin devlet denilen sosyal kurgu pek çok kişi tarafından “insan bedenine” benzetilir. Bu yaklaşıma göre devlet biz bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu hepimizin onun var olması için bir işleve sahip organlarını oluşturduğumuz bir tür canlıdır.
Soyut olanı somut bir şeyle özdeşleştirme insan olarak hep yaptığımız bir şeydir. Örneğin üçbin yılık Antik Hint kitabı Rig Veda’ya göre ilk insan olan Puruş, insan toplumu ve hatta bütün bir evren ortaya çıksın diye kurban edilir. Parçalanan bedeninin farklı bölümlerinden farklı varnalar yani toplumu oluşturan sınıflar ortaya çıkar. Brahmanlar kafasından yaratılır, Kşatriyalar ellerinden, Vaişyalar uyluklarından ve Şudralar ise ayaklarından.

Evreni yaratmak için Tanrılar tarafından kurban edilen ve parçalara ayrılan Puruş.
Thomas Hobbes’un tartışılmaz, karşı konulmaz derecede mutlak güç ve yetkilere sahip olarak tasavvur ettiği devlet modelini anlattığı kitabının kapağında kullandığı Leviathan figürünün küçük insancıklardan oluşan dev bir beden olarak tasvir edilmesinde de aynı mantık vardır.
Ülkemizde veya dünyada muhafazakar zihin devleti, toplumun ürettiği bir forma değil, bir tür canlıya, kendi aklı olan (devlet aklı göndermelerini hatırlayalım) bir canlıya benzetme eğilimindedir. Bu garip bir şekilde Tanrı’yı bir insana benzetmeye eğilimli antik Yunan, Hint, Anadolu ve Ortadoğu inanç sistemlerinin düşünce biçimiyle benzerlik halindedir. Zira bir tür beden olarak tasavvur ettiğiniz devlet, sahip olduğu yok etme ve var kılma gücüyle bir arada düşünüldüğünde bir tür tanrısallık kazanır. “Devlet Baba” figürünün toplumsal inanç sistemimizde hala en kuvvetli inanç olarak varlığını sürdürüyor olması boşuna değildir.
Ancak hepimizin aşina olduğu ve hatta çoğumuzun bir gerçeklik olarak kabul ettiği bu romantik benzetmede temel bir sorun vardır. Gerçek bir biyolojik varlık olan insan bedeninin nasıl çalıştığına ilişkin detaylara inildiğinde bu benzetme ciddi şekilde boşa çıkıverir.
Şöyleki biyolojik bir varlık olan ve en temel içgüdüsü hayatiyetini sürdürmek olan insan bedeni, onlarca organın, yüzlerce parçanın ve trilyonlarca hücrenin uyumlu iş bölümü sayesinde varlığını sürdürür ve geliştirir. Örnek vermek gerekirse tükürük bezleri işlerini yerine getirirken, kol kasları ile görev ve yetki çatışmasına girmezler.
Oysa toplumsal bir kurgudan (yani insanların var olduğuna inandıkları ve buna uygun davrandıkları sürece var olabilen kurgusal bir varlık) başka bir şey olmayan devleti ve aslına bakarsanız toplumu (antik Hintlilerin yaptığı gibi) insan bedenine benzetmek yanlıştır.
Zira en sıkı ve örgütlü görünen, kuralların sıkı sıkıya uygulandığı, her bir bireyin görevinin ve nasıl yaşayacağının kesin bir şekilde tanımlandığı ve bundan sapma olmaması için baskı uygulandığı en totaliter rejimlerde (toplumsal sistemlerde) bile devleti oluşturan organlar ve hatta bütünün en küçük parçası olan tek tek bireyler bile kaçınılmaz olarak aralarında yetki ve görev çatışmasına girerler.
Benzetmeyi tersine çevirip, bedenimizin devlet gibi olduğunu düşünseydik bunun bedelini ağır öderdik çünkü biyolojik bir sistem olan insan bedeninde bu tür bir çatışma ölümle sonuçlanırdı.
Oysa insanın toplum halinde yaşıyor olmasının kaçınılmaz ürünü olan bütün sosyal kurgular ve tabii ki en başta devlet, aslında muhafazakarların (dindarları kastetmiyorum) zannettiği gibi aşırı organize ve uyumlu çalıştığı için değil tam aksine sağlıklı bir çatışma dinamiğinin ve rekabetin varlığı ile ayakta kalır. Hatta bu sayede gelişir, sürekli ve kesintisiz bir şekilde evrimleşir.
Toplum sistemleri arasındaki bu kaçınılması imkansız çatışmayı konsolide edebilen, çatışma ve rekabet içindeki grupların birbirini yok etmesine engel olarak verimli bir rekabete girmesini sağlayacak mekanizmaları üretebilen toplumlar ve tabii ki devletler daha başarılı, daha karmaşık, daha üretken ve daha etkili toplumsal kurgular oluştururlar.
Farklı çıkar grupları ve organlar arasındaki çatışmayı konsolide edemeyen ve bunun için kendini “insan bedeni”ndeki uyumu taklit ederek hiç bir zaman sağlayamayacağı, gerçeklikle ilgisi olmayan tek düzelik ve mutlak düzen arayışındaki totaliter eğilimli toplumlar ise bunu başaramadıkları için sürekli kriz halinde kalırlar.
Kurgusal bir insan bedeninde ve var sayılan bu bedenin aklı saydığı tek bir kişinin varlığında “devleti” tanrısallaştıran bizim gibi toplumlar ise -Doğuda daha sık rastlandığı üzere- her sıkıştığında atarak boşalan bir zemberek gibi gücü ve otoriteyi merkezileştirme sarmalına kapılıp, sürekli kendini tekrarlayan bir sarmala girerler.
Tekilliği mutlak gerçeklik zanneden bu tür toplumlar, bir türlü verimli çalışması için konsolide edemediği iç çatışmaları yüzünden kendini her zayıf hissettiğinde daha fazla merkezileşmek, bütün bireyleri ve unsurları daha fazla tek tipleştirmek ve bütün gücü her türlü sorunu çözeceğine inandığı bir tek “imparatorun” üzerinde yeniden toparlamaya çalışır. Oysa imparatorun devlet aklı olarak ilan edildiği an, zembereğin tekrar boşalmaya başladığı andır. Zira bu tür toplumların hala anlayamadığı üzere toplumu oluşturan unsurlar arasında rekabet ve çatışma kaçınılmazdır.
Bizin güzel doğumuzun bir türlü demokratik rejimler üretememesi, tanrısal bir bedene ve akla sahip olduğu kabul ettiği ve “devlet” dediği varlığın diğer devletlerden ne kadar bağımsız olduğuna dertlendiği kadar, toplumu oluşturduğunu var saydığı bireylerin özgürlükleri ile ilgilenmiyor olmasının sebebi de bu olsa gerek. Sonuçta eğer devlet bir bedense, onu oluşturan organların kendi bağımsız ve özgür düşünce ve davranış kalıpları olamaz. Doğu toplumlarının içlerindeki rekabetçi çatışma dinamiğini pozitif ve uzlaşmacı bir yöne çekemiyor olmasının sebeplerininin başında işte bu tanrısal ve bedenlenmiş “devlet” inancı olsa gerek.
Bu inancın yoğunluğu aynı zamanda “Doğu Faşizmi” ile “Batı Faşizmi” arasındaki en temel farkı oluşturuyor olabilir.
Melih Rüştü Çalıkoğlu