Akademi Neden Suskun?

Standart

Geçen hafta, “Barış Süreci” ya da “Terörsüz Türkiye” başlığı altında  yönetilen sürece (ne kadar ‘süreç’ denebilirse) akademinin neden suskun kaldığı sorusunun cevabını aramakla geçti.  “Akademi” derken, başta siyaset bilimi ve sosyoloji olmak üzere sosyal bilimler camiasını kastediyoruz. 

Soruyu soranlara göre, akademi, -kampüs içi ve kampüs dışı üyeleriyle birlikte- sosyal/siyasal sorunları analiz etme ve çözüm önerileri geliştirme konusunda ciddi bir kısırlık içindeydi. Mücahit Bilici, Levent Ünsaldı ve Eren Kırmızıaltın’ın X’teki (Twitter) çıkışlarıyla alevlendiğini gördüğüm tartışmalar, daha çok bu suskunluğun felsefî, metodolojik ve epistemolojik nedenleri üzerinde yoğunlaştı.

Tartışılan nedenlerin haklılık payını (etki dereceleri farklı olsa da) teslim ederken gözden kaçırdığımız ya da yeterince öne çık(a)mayan bir diğer sorunsal alan var. Ben burada, akademide teşhis edilen suskunluğun, sınıfsal ayrımları yadsıyan “denge, düzen, uyum” gibi kavramların dayattığı muhafazakâr tutumla ilgili olduğunu öne süreceğim.

İtaat ve Düzen Fikrinin Üretim Merkezi Olarak Akademi

Kabul edilme ihtiyacı, güçlü uyum sağlama dürtüsü ve yüksek dozda endoktrinasyon, bireyleri toplumsal normlara uymaya teşvik eder. Benzer teşvikler şu veya bu şekilde akademiye nüfuz ettiğinde ise akademi bir “otoritenin konuştuğu yer” haline gelir. 

Endoktrinasyon, günümüzde daha çok ailede ya da medyada aransa da onun özgün ve en meşru merkezleri okullar ve üniversitelerdir. Türkiye’de ana akım akademi, tarihsel olarak Avrupa merkezli bir bilgi geleneği üzerine kurulmuştur. Bu gelenek, kendi sürekliliğini sağlamak için  akademisyenden  sorgulamasını değil, tanımasını ve kabul etmesini (tazimde bulunmasını) ister. Bir taraftan size “bilgiyi üret” derken diğer taraftan “doğrular zaten bellidir” mesajını -açık ya da örtük  biçimde- vermeyi ihmal etmez.

Mesajın alıcıda beklenen etkiyi yaratması, genellikle kürsü ve yayın kontrolü üzerinden güvenceye alınır. Kürsüleri, hakemli dergileri  ve yayınevlerini ellerinde tutanlar, yalnızca fikirlerin değil meşruiyetin de sahibidir. Onları atıf/referans sistemleri ile görünmez bir kutsallık perdesinin arkasına konumlandıran da bu sahipliktir.

Bu mekanizma bir kez işlemeye başladığında muhalif ya da alışılmadık bir sesin akademik alana girmesi çok zorlaşır. Çünkü bilgi, otoritenin ağzından çıktığı ölçüde kabul görür. Vaftiz edilmeyen bilgi, amatörlükle, “konuyla ilgisiz” olmakla ya da yeterince “bilimsel olmamakla” etiketlenir. Yıllar önce (1988 olmalı) zakkum bitkisinden kanser ilacı geliştirdiğini savunan Dr. Ziya Özel’in çalışmasını “Journal of Cancer’da yayınlandı mı?” diye sorgulayan akademisyen bir arketiptir: Gerçek, ilgili olduğu alandaki otoritenin son sözüyle özdeştir. 

Bu otoriter bilme tarzını kolaylaştıran tarihsel bir moment var: Türkiye’de, II. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan Amerikan yardımları süt tozuyla sınırlı değildi. Soğuk Savaş dönemi, aynı zamanda Amerikan imalatı sosyolojik kuram ve terimlerin akademik kürsüleri istila ettiği hatta yeniden yapılandırdığı bir dönem oldu. Bu istila o denli güçlü ve kalıcı oldu ki Türkiye akademisi, Soğuk Savaş sonrasında da büyük ölçüde “düzenin bilimselleştirilmesi” olarak adlandırabileceğimiz muhafazakâr eğilimlerin yeniden üretildiği bir “alan” olarak hizmet etmeyi sürdürüyor. 

Bu işlevsellik, ABD akademisindeki gelişmelerden bağımsız değildi. II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan sosyolojisinde, toplumu esas olarak “düzen, denge ve uyum” kavramlarıyla okuma eğilimi güçlendi. Sosyolog Talcott Parsons ve takipçileri, toplumsal yapının sürekliliğini sağlıyor görünen unsurları merkeze alırken çatışma ve güç ilişkilerini geri plana ittiler. Bu yaklaşımda daima  şu  mealdeki  sorular öne çıkıyordu: Toplumsal düzen nasıl mümkündür?

Soruyu ya da sorunsalı bu şekilde formüle ettiğiniz anda cevap  da kendiliğinden şekillenecektir: İsyan, devrim ve çatışma gibi olgular düzeni bozan unsurlar olarak algılanır. Kuramsal dil, farklı olanı daha kurulurken “işlevsiz” ya da “sapma” diye tanımlar. Bu sosyoloji, muhafazakâr ideolojinin bilimsel dili gibi çalışır; topluma “uyumlu ol”, “rolünü oyna”, “mevcut yapıyı sürdür” der, fakat bunu bilim adına söyler. Urfalı felsefeci Prof. Ahmet Arslan’ın “biz bir toplum değiliz” mealindeki beyanı, sosyolog Zeliha Bürtek’in “sosyal çürüme” teşhisi, bu sözde bilimsel dilin tersten örnekleridir. Artık Batı’da bile demode olmuş bu ekolün temsilcileri, toplumu hep “denge, düzen, uyum” vb. normatif  terimlerle yorumlamaya alıştıkları için bu terimlerle uyumsuz görünen gelişmeleri analiz etmek yerine “çürüme” gibi yerici kavramlarla  damgalıyorlar. Analiz etmiyorlar değil, edemiyorlar; damgalayıp lanetliyorlar.

Bir “Dışlama Tekniği” Olarak Bilgi 

Özetlediğimiz bu düzen merkezli akıl yürütme, yalnızca ders kitaplarında ya da teorik çerçevelerde kalsa iyi. Yayın politikalarında, atıf ağlarında, akademik yükselme ve işe alma  ölçütlerinde oldukça somut biçimde işliyor. Bu koşullarda, bir akademisyen mevcut otoriteye eklemlenmedikçe çok sınırlı bir görünürlüğe sahip olacaktır. Otoriteye eklemlenmenin yolu, o otoritenin kendi kendini referans alan metinlerini tekrar etmektir.

Sonuçta ortaya şöyle bir tablo çıkar: (1) Bilimsel olduğu söylenen ama siyaseten çok da nötr olmayan bilgi üretimi, (2) çeşitliliği ve farklılığı değil uyumu ve tekdüzeliği ödüllendiren bir kurumsal yapı, (3) eleştirel sesleri amatörlükle suçlayan ve susturan bir dil.

Bu tabloyu ifşa etmek, akademiyi aşağılamak  anlamına gelmez.  Bilakis bilimin hangi yollardan ve kapılardan geçerek konuştuğunu görmemizi sağlar. Hala 1950’lerin Amerikan malı düzen ve uyum  fikrinin etkisi altındaki Türkiye akademisi için toplum, merakla incelenecek bir  yapı olmaktan ziyade sütre gerisinden izlenmesi gereken bir “alan” olarak görülür. Toplumsal çatışmayı, adaletsizliği, eşitsizliği ya da sınıfsal ayrımları merkeze alan çalışmaların marjinalize edilmesi tesadüf değildir. Ne de olsa çatışmayı görünür kılmak, nihayet akademinin kendi yerleşik konumunun da sorgulanmasına yol açabilir. Riskli bir “saraydan kız kaçırma” operasyonu yerine, uyumsuzlukların çok göze batmadığı bir halay ya da horona katılmak daha akılcı bir seçenek olabilir. 

Bu yüzden akademi, eleştirel bilgi üretimini çoğu kez radyasyondan korunur gibi kendinden uzak tutar. Toplumsal gelişmeleri analiz etme görevi, toplumdan çekinmekle iç içe geçer. Bilgi üretimi, tam da bu noktada  iktidarın devamına katkı sunan bir işlev üstlenir. Silahını bırakıp dağdan inen ya da inmeye niyetlenen bir teröriste, kimse mikrofon uzatıp şu mealde bir soru sor(a)maz: “Dünden bugüne ne değişti de bu kararı verdin?” Soru da en az terörist kadar meşruiyetten yoksundur. Teröristten  beklenen, “silahsızlanmak” ve Devlet’in affına mazhar olmaktır. Akademiden beklenen, “milli birlik ve beraberlik” esinli masa başı analizlerle süreci desteklemek; bunun mümkün olmadığı koşullarda, yetersizliğini ağırbaşlı bir suskunlukla perdelemektir. 

Ne Yapmalı?

Yapılacak çok şey olsa da ortalama okurlar olarak, akademinin söylediklerini “doğru ya da yanlış” diye değil, “hangi düzeni mümkün kılıyor” diye okuyarak başlayabiliriz. Şu sorular yolumuzu aydınlatabilir: 

1) Bu bilgi kim(ler)in sesini güçlendiriyor?

2) Bu kavramsallaştırma hangi olguları dışarıda bırakıyor?

3) Düzeni bu kadar yücelten bir yaklaşım, çatışmayı neden bu kadar değersizleştiriyor?

4) Eleştirel olan, neden çoğunlukla amatör ya da marjinal  gösteriliyor?

Sorulara verilecek cevaplar bizi şuraya getirecektir: Akademide üretilen bilgi -ister kampüs içi, ister kampüs dışı olsun- masum değildir; tarihseldir, taraflıdır ve seçicidir.

Bilimi yalnızca otoritenin tekrarlandığı bir “alan” olarak bıraktığımızda toplum üzerinde düşünme kapasitemizi de sınırlamış oluruz. Bilimsel çalışma, var olanı olduğu gibi onaylayan değil,  onun  nasıl “var” olduğunu  gösteren bir etkinlik olmalıdır. Bu anlamda eleştiri, bilginin kendisini yenileyebilmesinin ön  koşuludur. Keza, entelektüel anlamda “bilmek” de otoritenin söylediğini aynen tekrarlamak değil, o sözün hangi bağlamda ve hangi çıkarlarla söylendiğini açığa çıkarmaktır. Böylece bilgi,  itaat üreten bir aygıt olmaktan çıkar ve özgürleştirici bir imkâna dönüşür.

Sonuç

Türkiye’de akademinin suskunluğu asaletinden kaynaklanmıyor.  Bu, basitçe bir “entelektüel yol bağımlılığı” değil. Metodolojik ve epistemolojik yoksunlukların yanı sıra ciddi “kuramsal yetersizlikler” söz konusu. Bu yetersizlikler, eleştirel bir bilime olan ihtiyacı yadsımaya götürüyor. Çünkü öbür türlüsüne gücü yetmiyor. Muhafazakâr kavramların kısırlaştırıcı etkisi, ortalama akademisyene onaylamak ya da suskun kalmak dışında seçenek bırakmıyor. Eleştiriler, kültürel okumaların ötesine nadiren geçerken akademik kürsüler, “birlik ve beraberlik” mesajları vermede vaaz kürsüleriyle yarışıyor.

Bu koşullarda, akademinin siyasal/toplumsal gelişmeler ya da sorunlar karşısındaki suskunluğunu eleştirmek yerine, konuşanların “konuşmak” dışında ne yaptığına bakmak daha makul olabilir. Bal demekle ağzımız tatlanmadığı gibi, “barış, hemen şimdi” demekle de barış gelmez. Barışın nesnel ön koşullarını, terörü besleyen sosyo-politik ekoloji ile birlikte cesaretle ortaya koyan bir akademinin yokluğunda, “Terörsüz Türkiye” çağrıları ruh çağırma seansından öteye geç(e)mez.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.