Medine sakinlerinden Havle binti Sa‘lebe kocasının kendisini “zıhar” ile boşaması üzerine Peygambere şikayette bulundu: Gençliğini verdiği, çocuklarını doğurduğu kocası onu boşayarak yaşlılığıyla başbaşa bırakmıştı. Zıhar, erkeğin eşine, “Senin sırtın bana annemin sırtı gibidir” demesinden ibaret olan, kadının kendini aniden sokakta bulduğu acımasız ve kesin bir boşama şekliydi. Havle’nin başına da işte bu gelmişti.
Peygamber zıhar konusunda yapacak birşeyi olmadığını söyledi. Bunun üzerine onunla da tartışan Havle doğrudan Allah’a seslenerek, “sıkıntısını bir vahiyle çözmesini” talep etti ondan. Peygamberle tartışıp, “Madem sen çözmüyorsun ben de doğrudan Allah’a açarım konuyu!” diyebilmek bugün kulağa nasıl geliyor bilmiyorum ama o günlerde vardı böyle şeyler ve işe de yaradı. Mücadele suresinin bazı ayetleri işte böyle indi:
“Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a yakınan kadının sözünü Allah elbette işitmiştir. Allah ikinizin karşılıklı konuşmasını duyuyordu. Çünkü Allah her şeyi işitir ve görür. Sizden eşlerine zıhar yapanlar bilsinler ki eşleri asla onların anneleri değildir. Onların anneleri kendilerini doğuran kadınlardır. Bu kocalar çok çirkin ve asılsız bir söz söylüyorlar.(…)” (Mücadele 1-4)
Bu olayın M.S. 627 veya 628 yılında gerçekleştiği tahmin ediliyor. Müslümanların zıhar sorunuyla Peygamberin son yıllarında karşılaşması bu geleneğin çok yaygın olmadığını gösteriyor. Yaygın olmamasına rağmen 4 ayete konu oldu zıhar boşaması.
Medine dönemi ayetleri mirastan, savaş taktiklerine; bireysel hukuktan, ticaret hayatına kadar birçok hüküm ortaya çıkarmıştır. Babası dedesinden önce öldüğü için mirastan mahrum kalan Medineli çocukların halleri, Medine’ye getirilen savaş esirlerinin durumu, ganimetlerin nasıl paylaşılacağı, ticari ortaklıklar gibi konulardaki ayetlerin büyük bir kısmı o dönem Medine’de yaşanan olaylara dair açıklamalar içerir.
Örneğin peygamberin eşi Ayşe’nin onu aldatmadığına ilişkin 18 ayet vardır. Bu gerekmişti çünkü onun peygamberi aldattığı dedikodusu çıkmıştı Medine’de. Bu dedikodular olmasa veya Ayşe “Beni Allah aklayacaktır” demeseydi bu ayetlere de gerek kalmayacaktı.
Havle ilk şikayet edişi ile dönüp gitseydi bu kez de zıhar ayetlerine gerek kalmayacaktı. Peki ne olacaktı? Hiç yorulmayın ben söyleyim: Zıhar türü boşamanın Allah’ın erkeğe verdiği bir hak olduğunu anlatıp duruyor olacaktı hoca takımı. Her yerde, “Peygambere soruldu, o zıharı kaldırmadı” diye okuyacaktık. Ama ısrar etti işte Havle.
Evet, tek bir kadın itiraz edip zamanı büktüğü için Arapların zıhar geleneği bugün İslam dışında. Peki zamanı bükecek kimselerin çıkmadığı herhangi bir durumda, herhangi bir Arap geleneği İslam’ın içinde öylece donup kalmış olabilir mi? Peygamber döneminde itiraz görmeyen, hiçbir Medineli itiraz etmediği için de varlığı devam edip gitmiş olan sayısız Arap geleneği ile dini birbirinden nasıl ayırdı Müslümanlar? Hangi asırda ayırdılar? Neyin itiraz edilmemiş bir Arap geleneği, neyin din olduğunu biz nasıl bildik?
Havle’nin hikayesi hem çöldeki kadının hakları hem de Medine’de herşeyin Peygamber insiyatifinde olmadığını göstermesi açısından önemli. Ama daha yakından bakınca bir sorun daha göze çarpıyor:
Havle de Ayşe de vahyin gündemini büyük oranda belirleyen Medine’de bulundukları için şanslıydı. Bu sayede sorunlarıyla ilgili ayet indirtebilmişlerdi. Peki ya diğer kadınlar? Diğer sorunlar? Medine’de yaygın bile olmayan bir gelenek Kur’an’da kendine yer bulabilmişken Medine dışındaki dünyanın konuları kendine yer bulabildi mi bu gündemde?
Koskoca dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan başka bir Havle’nin sorunu hakkında ayet inebilmiş midir; hayır! Medine’den daha kozmopolit şehirlerdeki karışık miras sorunları hakkında ayet inebilmiş midir; hayır! O yıllarda Konstantinopolis’te yapılan uluslararası ticari sözleşmeler hakkında ayet inebilmiş midir; hayır! Madde madde uzatmaya gerek var mıdır; hayır!
Özetle, ayetlerin iniş sebepleri (esbab-ı nüzul) incelendiğinde, o on yıldaki Medine yaşamının, bu şehirdeki sorunların, bu şehirdeki çözümlerin adeta müslümanların kutsal kitabına dönüştüğü görülmektedir. Oysa aynı yıllarda Sidney’de, Rio De Jenerio’da, Amazon ormanlarında Medine’ye uzaklığı nedeniyle kitaba girmesi imkansız bambaşka yaşamlar sürmekte, bambaşka sorunlar yaşanmaktadır.
Peki kendi bölgesi için bile kıyıda sayılacak kadar küçük olan bu kasabadaki sorunlar/çözümler, evrenseli ne kadar kucaklayabilir? Aklımızı zorlayıp “Kucaklar, kucaklar” desek bile, ne kadar süre öyle kalabilir?

Medine’deki miras problemlerini çözüme kavuşturan ayetlerin, özel mülkiyetin -hatta mülkiyetin bile- olmadığı Aborjinler için ne kadar anlaşılmaz olduğunu, onlar yokmuş gibi davrandığını anlayabiliyoruz değil mi?

Kadınları bir tık geriye atan ayetlerin, soy ve/veya mirasın kadın tarafından devam ettiği anaerkil toplumlar için ne kadar acaip kaçtığını, bu ayetlerin onları hiç ama hiç dikkate almadığını anlayabiliyoruz değil mi?

Medine’deki insanların bir sorununu çözerken dünyanın başka bir yerindeki başkaca bir kültürü hiç konu etmeyen… Onlar için aslında bir çözüm olmayan… Tam tersine gelecekte İslam (veya orduları) o coğrafyalara ulaştığında büyük çatışmalar doğuracak olan… Halen de çatışma konusu olan başlıkları sıralamaya gerek var mı?
Demem o ki, o dönemin küçük bir Arap kasabasındaki yaşam ve geleneklerle iç içe geçmiş ayetlerin, 14 asır sonra bugün, sadece Tokyo şehrinde yaşamakta olan 37 milyon Japon için de mutlak ve değişmez bir yol gösterici olduğunu iddia etmek çılgınlıktır. Akıl ve gerçek bu imana eşlik edemez.

Japonların zıhar ayetlerinden anlayabileceği birşey yoktur. Bu ayetler bir Japon için o kadar Arap kültürüne dair ve o kadar mazidir ki o Japon’un bu ayetleri anlamlandırabilmesi için Arapların bile hatırlamadığı dönemlere ışınlanması gerekir. Bu ise yine Arapların tabiriyle, abestir.
Peki ya Kuran Allah kelamıysa? Eğer öyleyse bile, Allah bu kitaba ancak tenha bir kasabadaki gündem ve bilgi düzeyinin elverdiği şeyleri yazmış olmalıdır. Kuran’ın ilahi bir öğüt ve zikir kitabı olduğuna inanmak makul sayılabilir. Ancak Medine’nin Kızılderilileri duymasına 1000 yıl, Aborjinleri duymasına 1200 yıl var iken Allah’ın bütün haberleri bu şehirden hiç eksiksiz olarak anons ettiğini iddia etmek hem çok acayip hem de dinin “imtihan” tezini yanlışlayan bir seçenektir. İmtihan var ise Kuran bütün sorunları çözerek akılları imana mecbur bırakan bir mucize olmamalıdır.
Bu paradokstan çıkış, Kuran’ı biraz rahat bırakmakla olabilir. Anlamı kapsayıcı, detayları kucaklayıcı okunmalıdır; ölümüne ve öldüresiye değil. Yaratıcı belki rehber bir öğüt kitabı göndermiştir. Ama her zamanı ve her coğrafyayı kapsayan… Yaş kuru herşeyi cümlelerle dondurduğu “o” kitabı hiç göndermemiştir.

Müslümanlara ne yapmaları gerektiğini söyleyecek kişinin ben olduğumu hiç sanmıyorum. Ama 2024 yılında olduğumuzu sık sık hatırlamaları yararlı olur.
O günün Medinesi ve gündemi, bugünkü Tokyo gökdelenlerinden sadece bir tanesine sığışabilir. İstanbul’un Ankara’dan bile çözülemeyen sorunları, 1400 yıl önceki Medine gündeminin yol göstericiliği ile çoktaaan çözülmüş olsa, bunu bir şekilde fark etmez miydik? Veya hiç değilse İslam dünyasının sorunları bu yolla çözülebilmiş olsaydı, Müslümanlar bu güzelliği bir şekilde fark etmez miydi?

Din kılıflı her hareketin, her tarikatın, her şeyhin ayrı ayrı müjdelendiği ayetlerle dolu bir kitaba inanmak… Her astronominin, her jeolojinin, her matematiğin ve her şifanın mutlak ve kesin anlatıcısı bir kitaba inanmak… Her oluşun, her buluşun bu kitabın bir yerlerinde mutlaka yazdığına inanmak… Yani ortada her ne laf varsa hepsine birden hiç tartmadan inanmak, “Fark etmez, bana hepsi uyar” umursamazlığıdır. Hiçbir şeye inanmamaktır aslında. Kutsal kitabı herkesin keyfine göre konuşturmasını teşvik etmek, kutsal kitabı kutsal olmaktan çıkararak kullara oyuncak etmek demektir.
Kuran herkesi sürekli akla davet etmişken bu kitap hakkındaki akıl ve izan dışı önermeleri iman diye tekrar edip durmak ancak iman gevezeliği olabilir.
Elbette bu gerçek akıl sahipleri için böyle. Kör inançlılar için çok da fark etmez zaten hiçbir şey.
Uğur K.Yiğit, Dr.
Ocak, 2024